İSLAMOFOBİ bir yönüyle Batı aşırı sağının ürünüdür, öbür yönüyle İslam dünyasında son elli yılda yeniden patlak veren kanlı mezhep çatışmalarının, Selefi-bağnaz yorumların ve din adına kelle kesen terör örgütlerinin tetiklediği bir süreçtir.
İslamofobiyi eleştirirken sorunu hamasete boğmamak ve şu iki gerçeği gözden kaçırmamak lazım:
- Batı’da Müslüman göçmenleri savunan yaygın insan hakları savunucuları ve kurumlar vardır. ‘Haçlı Batı’ genellemesi yanlıştır. Müslümanlar Batı’daki bu çevrelerle İslamofobiye karşı ortak bir hürriyet ve hukuk dili geliştirebilmelidir.
- Ancak bunun için İslam dünyasında özgürlükler ve hukukun üstünlüğü konusunda güçlü akımlar ortaya çıkmalı, siyaset de dinsel çatışma dili yerine özgürlük ve hukuk dilini geliştirmelidir.
GERİLEME, OTORİTERLEŞME
Avrupa tarihinde 13. yüzyılda başlayan ticaret devriminin körüklediği gelişmeler ve nihayet bilimsel devrim ve sanayileşme yaşandı.
Avrupa dışındaki coğrafyalarda bu olmadı.
Osmanlı gerilemekte olduğunu 17. yüzyılda hissetti ama çözümü “şanlı geçmiş”te aradı.
Halil İnalcık hocamız ticarileşen ve tüfekli düzenli orduya geçen Avrupa karşısında Osmanlı’nın Kanuni zamanındaki tarımsal tımar sistemini ve tımarlı sipahiyi ihya etmeye çalıştığını, nasıl ters gidildiğinin örneği olarak anlatır. “Yivli tüfek karşısında ok-yay, mızrak ve kılıçla donanmış Osmanlı tımarlı sipahisi işe yaramaz duruma düşmüştü” diye yazar. (Devlet-i Aliyye, cilt II, s. 5)
Hukuk sahasında da yenilik yerine eski fetva kitaplarına bakıldı.
Gerileme arttıkça isyanlar baş gösterdi, ister istemez devlet büsbütün otoriterleşti. Bu gerçeği Cevdet Paşa da yazar.
İSTİBDAT ELEŞTİRİSİ
İkinci Meşrutiyet İslamcıları bu tabloyu görüyor, özgürlüğü ve hukuk devletini savunuyorlardı. İşte en saygın İslamcılardan Şehbenderzâde Ahmet Hilmi Bey’in 1910’da yazdıkları:
“Biz istibdat dedikçe, hatrımıza yalnız Abdülhamid’in çeyrek asırlık saltanatı geliyor. Halbuki Emevilerle, yani bin bu kadar senedir Müslümanlar, pek kısa ve az istisnalarıyla, hep istibdat ile idare edilmişlerdir. Kâh yalnız idari istibdat, kâh dini istibdat ve bazen her ikisi birleşerek milleti esire, İslam vatanını harabeye çevirmiştir...”(İsmail Kara, Dinle Modernleşme Arasında, s. 91)
Şehbenderzâde, bu yüzden Müslüman toplumların pasif kaldığını belirtir.
Abdülhamid de imparatorluktaki Hıristiyan halkların aktif, Müslümanların pasif olmasından yakınırdı.
Azınlıklar “sivil toplum” dinamizmi kazanmışlardı; Müslümanlar hâlâ itaatkâr teba idi özetle...
SÜRÜDEN AYRILMAK
Geleneksel ya da ataerkil bütün toplumlarda “sürüden ayrılmama”, inisiyatiften, serbest hareketlerden sakınma yaygın bir davranıştır.
Avrupa bu yapıyı ticaret ve sanayi ile yıkmış, özgür düşünce böyle gelişmiş, Magellan da Galileo da “sürüden ayrılarak” yeni ufuklara yönelmişlerdi.
İslam dünyasında bireyi uydu halinde tutan yozlaşmış tarikat, cemaat, aşiret yapıları yahut Baas örneğindeki gibi totaliter siyasi yapılar özgürlük fikrini engelledi.
Bu iklim ister istemez dini düşüncede “tecdid” yani yenilenmeyi zorlaştırdığı gibi, dinsel olsun, seküler olsun siyasi alanda bireysel özgürlüklerin gelişmesini zorlaştırıyor.
Batı’ya karşı öfke patlamaları da Selefi-cihadist hastalıklar halinde oluyor.
Fakat çağ zorluyor. Müslümanlar yavaş da olsa görmeye başladılar, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler olmadan “gelişmiş ülke” olma imkânı yok.
Bu olumlu değişimin acılı sancılarını yaşıyoruz
Yorumlar
Yorum Gönder